Duvar (Hikâye)


 Saatlerdir tavanı seyrediyordu. Bedeni, ölü bir bedenin tabuttaki hareketsiz yatışı gibi kıpırtısızca yatağının nem kokulu koynundaydı. Bu, perdeleri sıkıca örtülmüş, gün ışığından mahrum odada değil, denizin mavi teninde kanat çırpmak istiyordu. Giyinip dışarıya çıkmak, Kadıköy'e ya da Üsküdar'a gitmek, sahilde saatlerce yürümek onun ellerindeydi fakat o, yattığı yerden o ânı düşlemeyi, o ânın güzelliğine hasret duymayı ve derinden iç çekişleri; yani bir hayali hakikate tercih ediyordu. Eğer kalkıp giderse o ânı hayli uzun süre beklediği için uzak bir hayalin hakikate dönüşmesi hiç olmadığı kadar lezzet verecekti.
 İçinde bir sıkıntı vardı. Derin derin iç çekiyor fakat kıpırdamadan yatmaya devam ediyordu. Masanın üzerindeki sigara paketi gözlerini her kapatışında karşısında beliriyordu. Yirmi iki yaşındaydı ve sadece iki kez sigara içmişti. İlki bir inat uğrunaydı. İkincisi yine böyle bir zamanda olmuştu. Biraz sonra da üçüncüsü gerçekleşecekti. Şu an için bu arzuya karşı koymasının tek sebebi paketi alabilmek için yatağından kalkmasının gerekmesiydi ve bu, o an için dünyanın en zor işiydi.
 Dünü düşündü. Yeni tanıştığı adam ile sarılmak üzerine konuşuyordu. Ona bu konudaki hastalıklı hallerini anlatıyordu. Şu hayatta belki de en keyif aldığı şey tanımadığı insanlara tüm saçma sapan, hastalıklı, kötücül yanlarını -gerek doğrru gerek yalan yanlış- anlatmak ve onların sürekli değişen surat ifadelerini seyretmekti. "Her sarılmada mı böyle oluyor?" diye sormuştu adam. 
-"Hayır," demişti, "bazı zamanlarda oluyor ama bu zamanları diğer zamanlardan ayıran ne , inan bilmiyorum." 
-"Tam olarak nasıl bir his? Nasıl oluyor? Sara nöbeti gibi mi?"
-"Çok yüksek bir gökdelenin en üst katında tek kişilik bir asansöre binmişsin gibi. O dört duvar küçülüyor, küçülüyor; sana doğru yaklaşıyor. Bir böcek gibi ezileceksin, bir şeyler yapman lazım, kendini kurtarmalısın. İşin kötü yanı o an sadece kendini düşünüyorsun, başka hiç kimse umurunda olmuyor. Bu yüzden sana sarılan kişiye o an zarar verebilirsin, elinde olan bir şey değil. İki kol tüm belini kavrıyor, "Daralıyorum, çekil!" diyorsun, çekilmiyor. O an o kollardan, o kolların kıskacından kurtulmaya çalışıyorsun. Kolları itmeye çalışmak üzerine gelen duvarları itmek oluyor."
 Adam hayli şaşırmış, nasıl kaçsam diye düşünüyordu. Yıllardır bu surat ifadesini o kadar çok görmüştü ki daha ilk mimik kıpırdanışında devamının nasıl olacağını kafasında canlandırabiliyordu. Tahmin ettiği gibi olmuş ve adam apar topar kalkıp hızla uzaklaşmıştı.
 Bir gün biri gitmese, korkup kaçmasa nasıl olurdu diye düşünüyordu. Aslında iki yıl evvel böyle birisiyle tanışmıştı. Adını bilmiyordu, nerede yaşadığını bilmiyordu, ne işle uğraştığını bilmiyordu. Her gün, her dışarı çıkışında "Acaba onu yine görür müyüm? Yine karşılaşır mıyız? Yine saatlerce konuşur muyuz?" diye düşünüyordu fakat onca zaman geçmesine rağmen hâlâ görememişti. 
 Bazı zamanlar gördüğünün bir hakikat olduğundan şüphe ediyordu, her şey bir halüsinasyondan ibaret olabilir miydi?  "Aslında yoğum ben, halüsinasyon tüm bunlar." diye mırıldandı, Toussaint'in Fotoğraf Makinası'ndaki bezginlikten daha büyük bir bezginlikle. 
 İçinde bir bulantı vardı. Söz konusu olan mide bulantısı gibi bir maddesellik değil, manevi bir buhranın basamaklarıydı. Kendisini ardına baka baka yürüdüğü bir labirentin içinde bulmuş, ancak önüne bakamadığından kaybolmuş ve kaybolduğu için geri dönüş yolunu da unutmuştu. Labirentin içinde bulunduğu koridorda orta yere oturmuş, öyle kalakalmış hissediyordu. Sonra birden farkına varıyordu duvarların arasına gizlenen kapalı kapıların. Kapılar, Demirkubuz'u doğuruyor belleğinin orta yerine. Demirkubuz'un kapıları kapanmaz, oysa onun önünde ve ardında bulunan tüm kapılar kapalı. "Acaba o kapanmayan kapılar, insan bilincinin bir şekilde dış dünyayla olan ilişkisinin kesin kapılarla bölünemeyeceği, birbirinden kopamayacağı gibi bir mesaj mı içeriyor?(1)" demişti iki yıldır aradığı adam. Önünde ve ardında bulunan tüm bu kapılar bilincinin artık dış dünya ile hiçbir bağının bulunmadığının bir göstergesi miydi o halde? Bu labirente istemeyerek girişi, kendisini istemeyerek soyutladığını; bu kaybolmuşluk hissi ve bu his ile koridorun orta yerine oturuşu, soyutlanışta ilkin kendisini kaybettiğini, yol alamadığını; hissizce- kıpırtısızca, kapalı olan bu kapılar kilitli mi, değil mi diye bakmadan öylece oturmuş olması, soyutlanmayı sevdiğini ve artık diğer insanların varlığına gerek duymadığını mı gösteriyordu?
 Bu hayatta her nesne bir metafor olmaya meylediyordu ve o, canı istediği halde hâlâ sigara içemiyor, gözlerini de tepesindeki duvardan ayıramıyordu. 


(1) Ekşi sözlük/ebucan
                                                                                                          29.07.2016

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumartesi Avcısı (Film Tahlili)

Bir Zulmün Başlangıcı: Filistin'e Veda (Film Tahlili)

Yilancık Ocakları (Derleme Çalışması)