Bulantı - Sartre (İnceleme)



 Bulantı (Fransızca: La Nausée), Jean-Paul Sartre'ın 1938 yılında yayımlanan edebiyat alanındaki ilk yapıtıdır. Roman, 20. yüzyılın en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilir. Günlük biçiminde yazılan kitapta, romanın kahramanı Antoine'ın dünya karşısında duyduğu tiksinti anlatılır. Bu tiksinti yalnızca dış dünyaya değil, Antoine'ın kendi bedenine de yöneliktir. "Varoluş"la yüz yüze gelen Antoine'ın geçirdiği değişimi anlatan Bulantı, varoluşçuluğun kült kitaplarından biri haline gelmiştir.

"Bulantı, Sartre'ın aynı adlı kitabı olmasının yanı sıra, terim olarak da Sartre'ın varoluşçu felsefesini ifade etmektedir. Dünyanın kendinde varlığı ("kendinde şey"), insana bulantı duygusu verir; çünkü gerçeklik, yani varlıklar ne iseler o olarak orada öylece ve anlamsız bir şekilde dururlar. Bilinç ise, 'kendi-için-şey'dir, ve o hiçlikle ortaya konur. Sartre, felsefi olarak 'Varlık ve Hiçlik' kitabında bu noktaları açıklar. Daha sonra da Bulantı romanında edebi bir metin olarak konuyu somut biçimde değerlendirir."[1]

"Jean Paul Sartre fikirsel açıdan düşüncelerinin anlaşılır olmasına özen göstererek, fikirlerini ifade ederken yalın bir dil kullanmış, üslubunun anlaşılır olmasına dikkat etmiştir. Bu, o dönemin genel özelliğidir. Yazarlar, yirminci yüzyılda yazın dilinde fikirsel açıdan anlaşılır olamaya özen göstermişlerdir."[2]

Kahramanımız Antoine Roquentin; Kuzey Afrika’da Orta Avrupa’da ve Uzakdoğu’da yaptığı gezilerden dönmüş, Marquis de Rollebon’la ilgili tarih araştırmalarını tamamlamak üzere Bouville’de bulunmaktadır. Bir gün deniz kenarına gitmiş, orada kaydırmaca oynayan çocukları görmüş, kendisi de onlar gibi denize bir taş fırlatmak istemiştir ancak taşı eline aldığı sırada bulantıyı ilk kez hissetmiş ve taşı elinden bırakarak oradan ayrılmıştır. Taş ile duyduğu bu tiksinti hissi onu sarsmış ve kendisinde yavaş yavaş bir değişim olduğunu fark etmiş, bu değişimi daha iyi kavrayabilmek için günlük tutmaya karar vermiştir. Olayları günü gününe yazmaya karar verir. Önemsiz gibi görünseler de küçük ayrıntıları, olaycıkları kaçırmamaya, özellikle hepsini sınıflamaya karar verir ancak ille de acayiplik bulmaya çalışmamak üzerine dikkat etme konusunda da kendisini uyarır.

İlk günler bulantının yok olduğunu düşünmüş, deniz kenarında yaşadığı o acayip duygulara gülmüş, onları artık duymadığını ve içinin ferah, kendisinin rahat olduğunu dile getirmiş ve artık iyileştiğini söyleyip günlük yazmayı bırakmaya karar vermiştir. Oysa 29 Ocak 1932 Pazartesi tarihiyle yeniden günlük yazmaya başlayacak ve ilk satırları şu şekilde olacaktır: “Başıma bir şey geldi, artık kuşkum yok. Herhangi bir kesinlik ya da apaçıklık gibi değil, bir hastalık gibi belirdi bu. Sinsi sinsi, yavaş yavaş yerleşti; biraz tuhaf, biraz tedirgin duydum kendimi, o kadar. Yerine oturunca kıpırdamadan kaldı. Hiçbir şeyin olmadığına, evhamlandığıma inandırdım kendimi. Oysa şimdi dal budak salmaya başladı.” (sf, 19.) [3]

Antoine Roquentin bir yalnızdır. Kitap boyunca ”arkadaş” olarak nitelemeye en yakın insan 1930 yılında Bouville Kitaplığı’nda tanıdığı ve günlüğünde sık sık bahsettiği “Otodidakt”tır ancak yine de ondan bir “arkadaş” olarak değil, bir “tanıdık” olarak söz edebiliriz. (Otodidakt, kendi kendini eğitmiş ve okul dışında bilgi edinmiş kimse anlamına gelmektedir.) Otodidakt bir hümanist, ateist ve aynı zamanda sosyalisttir. Sartre, Otodidakt üzerinden hümanizmi eleştirir: “Söylediklerinde yeni ve değişik bir şey bulamadımsa bu benim kabahatim mi? Konuştuğu sırada, daha önce tanımış olduğum hümanistlerin hepsi gözümün önünden bir bir geçtiyse bu da benim kabahatim mi? O kadar çok hümanist tanıdım ki! Radikal hümanist özellikle memurların dostudur. ‘Solcu’ hümanist diye adlandırılan da, her şeyden fazla insansal değerlerin korunmasını dert edinmiştir; hiçbir partiden değildir, çünkü insansal olana hıyanet etmek istemez; ama yine de küçük insanlara yakınlıkduyar. O güzelim klasik kültürünü alçakgönüllülerin emrine verir. Hümanist, genel olarak, karısını kaybetmiş, gözleri yaşlı bir kimsedir; yıldönümlerinde ağlar durur. Kedileri, köpekleri ve bütün gelişmiş memeli hayvanları da sever. Komünist yazar, insanları ikinci beş yıllık plandan sonra sevmektedir; sevdiği için cezalandırmaktan kaçınmaz. Bütün güçlü kişiler gibi gösterişsizdir ve duygularını saklamasını bilir, ama bir bakış ya da sesine verdiği bir anlamla, adaletle dolu acı sözlerinin ardında bulunan duyguları, insan kardeşleri için duyduğu o buruk ve tatlı duyguları hissettirir. Ortaya en son çıkmış olan en genç hümanist, yani Katolik hümanist, insanlardan şaşkınlık ve hayranlıkla söz açar. ‘Bir Londralı liman işçisinin ya da ayakkabı fabrikasında çalışan kızın, bu küçük insanların hayatı ne güzel bir bin bir gece masalıdır,’ der. O, meleklerin hümanizmini seçmiştir; onlar din ve ahlak bakımından yücelsin diye, güzel ve kasvetli uzun romanlar yazar. Bu romanlar sık sık Femina Ödülü’nü kazanır.

Sözünü ettiklerimiz en önemli rollerdir. Bunların yanında bir yığın hümanist daha var: insan kardeşlerine bir ağabey gibi eğilen ve sorumluluklarını bilen hümanist filozof; insanları oldukları gibi seven hümanist; olmaları gerektiği gibi seven hümanist; insanları, istediklerini göz önünde tutarak kurtarmak isteyen ve tutmayarak kurtarmaya çalışan hümanistler; yeni mitoslar yaratmak isteyen hümanist ve eskileriyle yetinen hümanist; insanın ölümünü ve hayatını seven hümanistler; her zaman güldürücü sözler söyleyen neşe dolu hümanist; ölüm törenlerinde ve bekleyişlerinde rastlanan ağırbaşlı hümanist. Hepsi birbirinden nefret eder bunların, ama birer insan olarak değil, birer birey olarak tabii. Ne var ki Otodidakt bilmiyor bunu; bütün bu hümanistleri, torbaya konmuş kediler gibi içinde taşıyor, onlar birbirlerini paralıyorlar, ama Otodidakt fark edemiyor.” (sf, 174, 175.)

Otodidakt dışında romanda çokça adı geçen bir diğer kişi ise kahramanımızın altı yıl önce Tokyo’ya giderken “anlaşarak ayrıldığı” eski sevgilisi Anny’dir. Karnavalın son günü, patron kadın kahramanımıza bir mektup geldiğini söyler ve onu çalışma odasına götürür. Bu, sarı renkli, uzun ve şişkin bir zarftır. Mektup, Antoine’ın beş yıldır haber alamadığı Anny’den gelmiştir. Kahramanımız mektubu açmadan önce Anny’den bahseder ve “Yüzünü kurtarmak için aynaların önünde sabırla savaşıp duruyor olmalı. Kendini beğendirmek istediği ya da ihtiyarlamaktan korktuğu için yapmaz bunu. Anny nasılsa öyle kalmak, değişmemek ister. Onda en sevdiğim şey, görünüşünün en önemsiz çizgisine bile gösterdiği o sert ve güçlü bağlılıktı.” der. (sf, 97.) Anny kurşun kalemle şu satırları yazmıştır: “Birkaç gün sonra Paris’ten geçeceğim. 20 Şubat günü, Espagne Oteli’ne gelip beni gör lütfen (‘Lütfen’i satırın üzerine ekleyip acayip bir çengelle ‘beni gör’e bitiştirmiş). Seni görmem gerek. Anny.” (sf, 97.) Antoine mektubu aldıktan ve okuduktan sonra da Anny’i ve Anny ile ilgili geçmiş günleri düşünmeye devam eder: Ayrıldıkları zaman Annny’ye bir mektup yazmış ancak artık mektuba “Sevgilim benim!” diye başlayamayıp “Sevgili Anny’m” diye başlamıştır. Bunun üzerine Anny, “Senin densizliğine hayran kalıyorum. Ben, senin sevgili Anny’n değilim ve olmadım. Senin de benim sevgili Antoine’ım olmadığına inanmanı isterim. Beni nasıl adlandıracağını bilmiyorsan adlandırma daha iyi.” (sf, 99.) der.


Aradan zaman geçiyor ve beklenilen buluşma günü geliyor. Antoine Cumartesi günü Anny’nin yanına gidiyor. İçeri girdiğinde odanın çıplaklığı dikkatini çekiyor. Anny’nin bütün yolculuklarında, şallar, türbanlar, İspanyol atkıları, Japon maskeleri, Epinal resimleriyle dolu koca bir bavul taşıdığını ve bir otele iner inmez –orada bir gece kalacak olsa bile- ilk işinin bu bavulu açıp içindekileri odaya yerleştirmek olduğunu, böylece en kişiliksiz odanın bile ağır ve iç gıdıklayıcı bir kişilik kazandığını hatırlıyor. Bu kişilik sahibi olan oda, bir yönüyle Halit Ziya Uşaklıgil’in Ferdi ve Şürekâsı adlı eserindeki, Ferdi Bey’in kızı Hacer’in odasıyla benzerlik göstermektedir; ancak Antoine, Anny’in odasından olumlu bir şekilde bahsederken, Hacer’in odasındaki eşyalar estetik açıdan olumsuz bir havada anlatılır.

Anny “Sen bir kilometre taşısın,” der Antoine’a, “yolun kıyısında bir kilometre taşı.Hiç istifini bozmadan, Melun’un yirmi yedi, Montargis’in kırk iki kilometre uzakta olduğunu belirtirsin. Bütün hayatın boyunca da böyle yapacaksın. Sana işte bu yüzden çok ihtiyacım var.” (sf, 203, 204.)

Bir süre geçmişlerinden bahsediyorlar ve sonra Anny “Ben değiştim.” diyor. (sf, 209.) Bir süre de bu değişimden ve “yetkin anlar”dan konuşuyorlar. Anny “Senin değişmeyişin hoşuma gidiyor. Seni alıp başka bir yere götürseler, boyayıp başka bir yolun kıyısına dikselerdi, yönümü kestirmek için elimde hiçbir işaret bulunmayacaktı. Gereklisin bana ben değişiyorum, oysa sen nasılsan öyle kalıyorsun, değişmelerimi sana bakarak ölçüyorum.” diyor, buna karşılık Antoine söz alıyor “Söylediklerin baştan başa yanlış. Tam tersine, bu arada ben de büsbütün değişikliğe uğradım, aslında, ben..” ezici bir küçümseyişle, “Aman biliyorum , düşünce açısından değişikliğe uğramışsındır, oysa ben iliğime kadar değiştim.” diyor Anny (sf, 212.). Yine bir süre konuştuktan sonra Anny “Nesnelere uzun uzadıya bakmak da iyi olmuyor benim için. Ne olduklarını anlamak için bakıyorum, sonra bakışlarımı çevirmem gerekiyor.” diyor. Antoine soruyor: “Peki, niçin?” “Tiksindiriyorlar beni.” Kahramanımız burada bir sevinç duyuyor, benzer düşüncelere sahip oldukları ve bir noktada ortak bir değişimi paylaştıkları için. Yalnızlıktan korktuğu ve yalnız olmak istemediği için belki de bu gizli sevinç. Oysa değişimin benzerliğinden Anny’ye söz açtığında Anny bunu reddediyor ve alakasının olmadığını açıklamaya başlıyor.


Adı geçen diğer kişiler ise; kütüphane görevlisi olan Korsikalı, kütüphanedeki şişman kadın, Rendez-vous des Cheminots’taki patron kadın, Bay Achille, Dr. Rogé, garson kız Madeleine, Mariette; birahanede, kütüphanede, müzede ve sokakta gördüğü insanlar.


Kitabın son sayfasında ise Antoine bir tarih kitabı değil, kurgusal bir kitap yazmayı düşünür: “Ne çeşit olacağını pek iyi bilmiyorum, ama bu kitapta, basılmış sözcüklerin ardında, sayfaların ardında varoluşmayan, varoluşun üstünde bulunanbir şeyin bulunduğu sezilmeli. Gerçekleşmeyecek bir hikâye olabilir ya da bir serüven. Bu kitabın çelik gibi sert ve güzel olması; insanlara, varoluşları yüzünden utanç duyurması gerek.” (sf, 260.)

Her zaman gittiği kafede devamlı olarak aynı şarkıyı dinlemek ister:

“Some of these days / You'll miss me honey.” https://www.youtube.com/watch?v=ijmpTlN3HRI

Cenk Bahadır Kaymak’ın da ifade ettiği gibi, “Hayatın rutin kısır döngüsüne yapılan bir vurgudur bu.”

Yazarın renk seçimlerine de dikkat edince, kitapta en çok kullanılan renk, kitabın ilk kısmında yeşil, bir sonraki kısmında ise mavidir. Sonra ise bahsediliş sıklığına göre kızıl, siyah, beyaz, sarı ve kırmızı gelir.

Son olarak: Kitapla ilgili iki film vardır. Bunlardan ilki, yönetmenliğini Wes Malvini’nin yaptığı, kitaptan uyarlanan filmdir; diğeri ise yönetmen ve senaristi Zeki Demirkubuz olan, kitabın ilham kaynağı olduğu bir film diyebiliriz.




[1] Vikipedi - Özgür Ansiklopedi
[2] Muzaffer Kaya
[3] İncelemede kullanılan kitap “Jean- Paul Sartre, Bulantı; Can Yayınları, 27. baskı: Temmuz 2015, İstanbul.” olup, sayfa numaraları bu kitaba göre verilmiştir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumartesi Avcısı (Film Tahlili)

Bir Zulmün Başlangıcı: Filistin'e Veda (Film Tahlili)

Yilancık Ocakları (Derleme Çalışması)