Başıboş (Hikâye)
Ağır
ağır yürüyordu caddede; öyle dalgındı ki insan akışının ters yönünde olduğunu,
insanların yürürken ona sürekli çarptığını fark edemiyordu. Nereye gidecekti,
bilmiyordu; gitmesi gerektiği bir yer olduğunu seziyordu ama daha kaç saat
böyle başıboş dolanılırdı?
Sîmâ Dergisi, Sayı 3, 08.10.2015
Bir kızla çarpıştı, kızın elindekiler yere düştü. Gerçek dünyanın farkına
ancak böyle varabildi. Özür dileyip yolun diğer köşesine geçti, adımlarını hızlandırdı.
Sabahın bu erken saatine rağmen ne kadar çok insan vardı ama onun bu başıboş
yürümelerine karşın tüm bu insanların gidecek bir yerleri olduğu gözlerindeki
kararlı ve endişesiz bakışlardan belli oluyordu. Bir o mu vardı ne beklediğini
bilmeyen? Oysa Beckett'in de dediği gibi:
"-İnsan biliyorsa eğer
-Sabretmekten yılmaz
-Neyi beklemek gerektiğini biliyorsa
-Endişeye mahal yoktur
-Sadece bekler."..
"Neyi bekliyorum, ne bulmayı umuyorum ya da kiminle karşılaşmayı?
Belki de gidip bir film izlemeliyim." dedi ve bu kez ne istediğini bilen
adımlarla sinemaya doğru ilerledi. Bu adımlara sahip olmanın tuhaf sevincini
duydu, ne var ki bu sevinç uzun sürmedi, film boyu sinemadan çıkınca ne yapacağını
düşündü.
"Başıboşluk ve boşuboşunalık... Ah Sisifos..!" dedi, yine
bilinmez bir yolculuğun usul usul ilerleyişine başladı; dışındaki yolculuğa ara
verebiliyor olsa da içindeki yolculuk bir türlü son bulmuyordu.
Birisi hafifçe kolunu tuttu, kolunu tutan kişiye çevirdi başını, birkaç
saniye tanımadan öylece baktı. "Tanımadın mı beni?" dedi arkadaşı
sitemkar bir sesle. "Tanımaz olur muyum, tanıdım elbette. Uzun zamandır
görüşmüyorduk, nasılsın?" dedi. Nasıl olsa en yakınımızdaki insanlara bile
haklarındaki her şeyi unutabilecek kadar uzaktık ve bu uzaklığın üstünü her
zaman yalanlarla, geçiştirmelerle örtebiliyorduk, şimdi de aynısını yapabilirdi
pekâlâ.
"Evet, ilk yıl ki mezunlar buluşmasını saymazsak üniversiteden beri
görüşmüyoruz. Vaktin varsa gel sana bir kahve ısmarlayayım.". Demek
üniversiteden tanışıyorlardı, yakın mıydılar acaba, kızın bu candan tavırlarına
bakılırsa yakınmışlar yakın olmasına ama o zaman neden bunca yıl hiç konuşmamışlar?
Tamam, kendisi de insanları arayıp sormaz ama hayatındaki tüm insanlar onula iletişimlerini
canlı tutmaya çalışırlar. Acaba bir kusur mu işlenmiş, bir kırgınlık mı yaşanmıştı
bir zamanlar?
"Acil bir işim var, daha sonra ben sana kahve ısmarlasam? Sözüm
olsun, bu seferlik mazur gör." diyecekti, vazgeçti.Yalan söyleyip de
kaçmanın ne gereği vardı şimdi? Saatlerdir bir şeyler bekleyerek yürümüyor
muydu, belki de bulmayı umduğu şey buydu. "Çok sevinirim." dedi
gülümsemeye çalışarak. Yüzünde çarpılmış bir tebessüm olduğunu fark etti;
"yok" dedi kendi kendine, "içimden gelmeyince gülmeyi
beceremiyorum bir türlü".
"Eee Selim, nasıl gidiyor hayat? İki-üç yıldır hiçbir buluşmaya
gelmediğine göre çok yoğun olmalısın." dedi gülümseyerek. Sahici bir gülüş
müydü karşısındaki bu dudak kıvrımları? İnsanlar ne kadar kolay güler yüzlü
maskelerin ardına gizleyebiliyorlardı kendilerini. Yok-yok, paranoyak olmaya ne gerek vardı?
Tamam, apaçık bir sitemkârlık vardı ama bu sahte olduğu anlamına gelmezdi.
Yoksa neden kahve içmeye davet etsindi? Ya sadece nezaketen yapılmış bir
davettiyse ve teşekkür edip geri çevirmesi gerekiyorduysa? Utandığını
hissettti, "Toplantım vardı, unutmuşum." deyip özür dileyip kalkmalı
mıydı? Hayır, bu çok kaba bir davranış olurdu.
-Selim?
-Afedersin, dalmışım; ne demiştin?
-Hayat diyorum nasıl gidiyor?
-Gidiyor mu? Hayat gidiyor gitmesine de,
ben pek gitmiyorum galiba.
-İşler pek yolunda gitmiyor, ha? Ailenle
mi ilgili, Buketle mi ya da başka şeyler..?
-Ailem iyi, Buket de aynı şekilde, henüz
ülkeye dönmedi; yaa aslında etrafımdaki herkes ve her şey kendi yolunda
olabildiği kadar düzenli ve şöyle ya da böyle beklentilerini gerçekleştirerek
ilerliyor. Yine de yolunda gitmeyen bir şeyler var sanki. Bir şeyler hâlâ eksik
gibi ama ne, bilmiyorum.
Kahve içmeyi kabul ettiği zaman mutlu hayat rolü yapmaya karar vermişti,
bu eksik olma meselesini açmayacaktı. Sonuçta bir erkek bir kıza hayatında bir
şeylerin eksik olduğunu söylerse herkes aynı şeyi anlardı: Bir kadın! Oysa
onun bahsettiği eksiklik bu değildi, ne olduğunu kendisi de bilmiyordu ama en
azından ne olmadığını biliyordu.
-Buket ülkeye hâlâ dönmedi mi? Nasıl
yani? Biz daha geçen hafta görüşmüştük. Yurt dışına hiç çıkmadı ki geri
dönsün..
-Yurtdışına hiç çıkmadı mı?
-Evet, daha geçen hafta beraberdik dedim
ya. Hem çıksa ilk benim haberim olurdu.
Tabii ya, karşısındaki "arkadaş"ın kim olduğunu şimdi hatırladı.
Üniversitedeyken Buket adında bir kızla beraberdiler ama ilişkileri bir yıl
dayanabilmiş, sonra da arkadaş kalarak ayrılmışlardı. Neşe, Buket'in yakın olduğu
kızlardan biriydi ama bu düşman dostluğu gibi, iki yüzlü bir dostluktu. Demek
ki Neşe, Buket'ten bahsederken dalga geçmişti ama o bambaşka bir şey anlamıştı.
-Kusura bakma Neşe yaa, ben bir an
kardeşimden bahsediyorsun sandım, onun adı da Buket.
Birlikte güldüler, sonra kız Selim'in yanında duran kitaba bakmak için
izin istedi. Selim de hiçbir şey söylemeden iki kitabı birden uzattı.
-"A Cappella / Enis Batur".
Enis Batur'u sever misin, yoksa sadece tanımak-tanışmak için mi aldın bu kitabı?
-Severim.
-Öyleyse "A Capella" nedir?
-E, 2007-2014'teki lirik şiirlerini
toplamış işte.
-Hayır, onu sormuyorum; kelime anlamı ne
yani?
-Iımm, çok sesli bir müzik türü.
Enstrümansız.
-Tamam, kelime anlamı ne ama?
Güldü: -İtalyancada "kilise tarzı"
demekti sanırım.
-Kilise tarzı... İtalyan müzisyenleri
sever misin?
Neyin nesiydi bu sorular böyle? Kendisini üniversiteye giden bir genç
gibi duydu. Güldü bu haline, kız neden güldüğünü sordu, soruyu duymazdan geldi:
-Hepsini değil elbette ama Bocelli'yi
severim.
-Bocelli?
-Andrea Bocelli.
-Mesela hangi parça?
-Ayırt etmiyorum, ses güzel olduktan
sonra beste o kadar da önemli değil benim için.
Gülümsedi, sayfaları çevirdi, bir cümle okuyayım mı diye sordu, olur
dedi, okusundu.
-"Sen şimdi, orada ve burada,
nereden nereye gittiğini bilmesen de, kendi hayatından demir alıp yıllar önce
düşünü kurduğun olası bir hayata firar etmiş, kayboluşundan kıvançlı bir
yolcusun (Öteki)."
Cümlenin son buluşuyla kızın telefonunun çalışı aynı âna denk geldi,
izin isteyip masadan uzaklaştı. Şimdi tekrar kendisiyle baş başaydı ve okunulan
cümle içindeki boşlukta çarpa çarpa ilerliyor, durmayacak bir yankı izlenimi
veriyordu. İrkildi, kendi sırrıydı bu, kendisinin dahi yeni öğrendiği bir sırdı
ve bunu başka dudaklar fısıldamıştı yüreğine. Oysa kendi kendisine söylemek
isterdi.
Ürkütücü bir bencillik ve sahiplenme duygusuyla kitapları masadan alıp
yanıbaşındaki sandalyenin üzerine koydu. Başka bir dil mahremiyetine neşter
vurmamalıydı, ruhu bir başkasının yanında kanamamalıydı. Hemen bir bahane bulup
ayrılmalıydı oradan. Neden böyle sorular sormuştu ki bu kız ve neden etrafındaki
herkese yalanlar söylerken bu kıza hep doğru cevapları söylemişti? "Nasıl
olsa bir daha görmem"in rahatlığıyla çıkmıştı tüm bu kelimeler ağzından
ama sırf bu yüzden daha tehlikeli bir hâl almıştı; çünkü ne zaman birisi için
"nasıl olsa bir daha görmem" dese hayatının farklı zamanlarında hep
karşısına çıkmış, o kaçtıkça karabasan gibi peşine takılmış, tam bir kabus
hâlini almıştı. O yüzden şimdi mümkün olduğunca çabuk kaçmalıydı buradan. Tam
içindeki konuşma son bulmuşken Neşe geldi. Şimdi ne söyleyip gitmeliydi?
-Arayan ev arkadaşımdı. Sibel,
üniversiteden, hatırladın mı?
Bu kez "Hatırlamadım" demek en kısa kaçış yolu olurdu belki
ama ya uzun uzun anlatmaya kalkarsa? Arkadaşlarının güzelliklerini anlatacak
birine benzemiyordu, belli ki kıskançtı ama konuşmayı seven, canayakın biriydi,
sırf daha fazla konuşmak için Sibel'i uzun uzun anlatabilirdi, dahası onu
kötüleyip onaylanma da bekleyebilirdi. Kusursuz bir insan bu dünyaya (ya da
şöyle demeli:onun dünyasına) hiç gelmemişti. Yine de tüm bu riskleri göze alıp
"Hatırlamıyorum." dedi.
-Bir gün tanıştırırım o zaman . Acil eve
gitmem gerekiyor, birkaç sorun olduğunu söyledi. Bana numaranı versene,
haberleşiriz.
-Ben birkaç güne numaramı değiştireceğim.
En iyisi sen şu peçeteye yaz, bende dursun numaran.
-Tamam o zaman.. deyip numarasını yazdı
ve gülerek uzattı peçeteyi: "En kısa zamanda tekrar görüşelim, konuşamadık
bugün" dedi ve gitti.
Derin bir nefes aldı. Neyse ki kaçmak için yalanlar söylemesine gerek
kalmamıştı. Sibel'e bunun için teşekkür edebilirdi. Belki de Sibel meselesi bir
yalandı, belki kız kendisinden sıkılmıştı ve kaçmak için yalan uydurmuştu. Bu
hayatta her şey mümkündü.
Elindeki peçeteye baktı, buruşturup ceketinin cebine koydu, telefon
kullanmak gibi bir huyu yoktu. Kalkmak ve yürümek istedi ama yorgundu. Bir
kahve daha aldı, kitabın kapağını açtı, içindeki yolculuk hayli uzundu.
Devamı var mı? :)
YanıtlaSilHayır, bu kadar. :)
Sildergide bu hikayeyi okudum çok güzel :)
YanıtlaSilTeşekkürler :)
YanıtlaSil