Başıboş (Hikâye)

  Ağır ağır yürüyordu caddede; öyle dalgındı ki insan akışının ters yönünde olduğunu, insanların yürürken ona sürekli çarptığını fark edemiyordu. Nereye gidecekti, bilmiyordu; gitmesi gerektiği bir yer olduğunu seziyordu ama daha kaç saat böyle başıboş dolanılırdı?
  Bir kızla çarpıştı, kızın elindekiler yere düştü. Gerçek dünyanın farkına ancak böyle varabildi. Özür dileyip yolun diğer köşesine geçti, adımlarını hızlandırdı. Sabahın bu erken saatine rağmen ne kadar çok insan vardı ama onun bu başıboş yürümelerine karşın tüm bu insanların gidecek bir yerleri olduğu gözlerindeki kararlı ve endişesiz bakışlardan belli oluyordu. Bir o mu vardı ne beklediğini bilmeyen? Oysa Beckett'in de dediği gibi:
"-İnsan biliyorsa eğer
-Sabretmekten yılmaz
-Neyi beklemek gerektiğini biliyorsa
-Endişeye mahal yoktur
-Sadece bekler."..
  "Neyi bekliyorum, ne bulmayı umuyorum ya da kiminle karşılaşmayı? Belki de gidip bir film izlemeliyim." dedi ve bu kez ne istediğini bilen adımlarla sinemaya doğru ilerledi. Bu adımlara sahip olmanın tuhaf sevincini duydu, ne var ki bu sevinç uzun sürmedi, film boyu sinemadan çıkınca ne yapacağını düşündü.
  "Başıboşluk ve boşuboşunalık... Ah Sisifos..!" dedi, yine bilinmez bir yolculuğun usul usul ilerleyişine başladı; dışındaki yolculuğa ara verebiliyor olsa da içindeki yolculuk bir türlü son bulmuyordu.
  Birisi hafifçe kolunu tuttu, kolunu tutan kişiye çevirdi başını, birkaç saniye tanımadan öylece baktı. "Tanımadın mı beni?" dedi arkadaşı sitemkar bir sesle. "Tanımaz olur muyum, tanıdım elbette. Uzun zamandır görüşmüyorduk, nasılsın?" dedi. Nasıl olsa en yakınımızdaki insanlara bile haklarındaki her şeyi unutabilecek kadar uzaktık ve bu uzaklığın üstünü her zaman yalanlarla, geçiştirmelerle örtebiliyorduk, şimdi de aynısını yapabilirdi pekâlâ.
  "Evet, ilk yıl ki mezunlar buluşmasını saymazsak üniversiteden beri görüşmüyoruz. Vaktin varsa gel sana bir kahve ısmarlayayım.". Demek üniversiteden tanışıyorlardı, yakın mıydılar acaba, kızın bu candan tavırlarına bakılırsa yakınmışlar yakın olmasına ama o zaman neden bunca yıl hiç konuşmamışlar? Tamam, kendisi de insanları arayıp sormaz ama hayatındaki tüm insanlar onula iletişimlerini canlı tutmaya çalışırlar. Acaba bir kusur mu işlenmiş, bir kırgınlık mı yaşanmıştı bir zamanlar?
  "Acil bir işim var, daha sonra ben sana kahve ısmarlasam? Sözüm olsun, bu seferlik mazur gör." diyecekti, vazgeçti.Yalan söyleyip de kaçmanın ne gereği vardı şimdi? Saatlerdir bir şeyler bekleyerek yürümüyor muydu, belki de bulmayı umduğu şey buydu. "Çok sevinirim." dedi gülümsemeye çalışarak. Yüzünde çarpılmış bir tebessüm olduğunu fark etti; "yok" dedi kendi kendine, "içimden gelmeyince gülmeyi beceremiyorum bir türlü".
  "Eee Selim, nasıl gidiyor hayat? İki-üç yıldır hiçbir buluşmaya gelmediğine göre çok yoğun olmalısın." dedi gülümseyerek. Sahici bir gülüş müydü karşısındaki bu dudak kıvrımları? İnsanlar ne kadar kolay güler yüzlü maskelerin ardına gizleyebiliyorlardı kendilerini.  Yok-yok, paranoyak olmaya ne gerek vardı? Tamam, apaçık bir sitemkârlık vardı ama bu sahte olduğu anlamına gelmezdi. Yoksa neden kahve içmeye davet etsindi? Ya sadece nezaketen yapılmış bir davettiyse ve teşekkür edip geri çevirmesi gerekiyorduysa? Utandığını hissettti, "Toplantım vardı, unutmuşum." deyip özür dileyip kalkmalı mıydı? Hayır, bu çok kaba bir davranış olurdu.
-Selim?
-Afedersin, dalmışım; ne demiştin?
-Hayat diyorum nasıl gidiyor?
-Gidiyor mu? Hayat gidiyor gitmesine de, ben pek gitmiyorum galiba.
-İşler pek yolunda gitmiyor, ha? Ailenle mi ilgili, Buketle mi ya da başka şeyler..?
-Ailem iyi, Buket de aynı şekilde, henüz ülkeye dönmedi; yaa aslında etrafımdaki herkes ve her şey kendi yolunda olabildiği kadar düzenli ve şöyle ya da böyle beklentilerini gerçekleştirerek ilerliyor. Yine de yolunda gitmeyen bir şeyler var sanki. Bir şeyler hâlâ eksik gibi ama ne, bilmiyorum.
  Kahve içmeyi kabul ettiği zaman mutlu hayat rolü yapmaya karar vermişti, bu eksik olma meselesini açmayacaktı. Sonuçta bir erkek bir kıza hayatında bir şeylerin eksik olduğunu söylerse herkes aynı şeyi anlardı: Bir kadın! Oysa onun bahsettiği eksiklik bu değildi, ne olduğunu kendisi de bilmiyordu ama en azından ne olmadığını biliyordu.
-Buket ülkeye hâlâ dönmedi mi? Nasıl yani? Biz daha geçen hafta görüşmüştük. Yurt dışına hiç çıkmadı ki geri dönsün..
-Yurtdışına hiç çıkmadı mı?
-Evet, daha geçen hafta beraberdik dedim ya. Hem çıksa ilk benim haberim olurdu.
  Tabii ya, karşısındaki "arkadaş"ın kim olduğunu şimdi hatırladı. Üniversitedeyken Buket adında bir kızla beraberdiler ama ilişkileri bir yıl dayanabilmiş, sonra da arkadaş kalarak ayrılmışlardı. Neşe, Buket'in yakın olduğu kızlardan biriydi ama bu düşman dostluğu gibi, iki yüzlü bir dostluktu. Demek ki Neşe, Buket'ten bahsederken dalga geçmişti ama o bambaşka bir şey anlamıştı.
-Kusura bakma Neşe yaa, ben bir an kardeşimden bahsediyorsun sandım, onun adı da Buket.
  Birlikte güldüler, sonra kız Selim'in yanında duran kitaba bakmak için izin istedi. Selim de hiçbir şey söylemeden iki kitabı birden uzattı.
-"A Cappella / Enis Batur". Enis Batur'u sever misin, yoksa sadece tanımak-tanışmak için mi aldın bu kitabı?
-Severim.
-Öyleyse "A Capella" nedir?
-E, 2007-2014'teki lirik şiirlerini toplamış işte.
-Hayır, onu sormuyorum; kelime anlamı ne yani?
-Iımm, çok sesli bir müzik türü. Enstrümansız.
-Tamam, kelime anlamı ne ama?
Güldü: -İtalyancada "kilise tarzı" demekti sanırım.
-Kilise tarzı... İtalyan müzisyenleri sever misin?
  Neyin nesiydi bu sorular böyle? Kendisini üniversiteye giden bir genç gibi duydu. Güldü bu haline, kız neden güldüğünü sordu, soruyu duymazdan geldi:
-Hepsini değil elbette ama Bocelli'yi severim.
-Bocelli?
-Andrea Bocelli.
-Mesela hangi parça?
-Ayırt etmiyorum, ses güzel olduktan sonra beste o kadar da önemli değil benim için.
  Gülümsedi, sayfaları çevirdi, bir cümle okuyayım mı diye sordu, olur dedi, okusundu.
-"Sen şimdi, orada ve burada, nereden nereye gittiğini bilmesen de, kendi hayatından demir alıp yıllar önce düşünü kurduğun olası bir hayata firar etmiş, kayboluşundan kıvançlı bir yolcusun (Öteki)."
  Cümlenin son buluşuyla kızın telefonunun çalışı aynı âna denk geldi, izin isteyip masadan uzaklaştı. Şimdi tekrar kendisiyle baş başaydı ve okunulan cümle içindeki boşlukta çarpa çarpa ilerliyor, durmayacak bir yankı izlenimi veriyordu. İrkildi, kendi sırrıydı bu, kendisinin dahi yeni öğrendiği bir sırdı ve bunu başka dudaklar fısıldamıştı yüreğine. Oysa kendi kendisine söylemek isterdi.
  Ürkütücü bir bencillik ve sahiplenme duygusuyla kitapları masadan alıp yanıbaşındaki sandalyenin üzerine koydu. Başka bir dil mahremiyetine neşter vurmamalıydı, ruhu bir başkasının yanında kanamamalıydı. Hemen bir bahane bulup ayrılmalıydı oradan. Neden böyle sorular sormuştu ki bu kız ve neden etrafındaki herkese yalanlar söylerken bu kıza hep doğru cevapları söylemişti? "Nasıl olsa bir daha görmem"in rahatlığıyla çıkmıştı tüm bu kelimeler ağzından ama sırf bu yüzden daha tehlikeli bir hâl almıştı; çünkü ne zaman birisi için "nasıl olsa bir daha görmem" dese hayatının farklı zamanlarında hep karşısına çıkmış, o kaçtıkça karabasan gibi peşine takılmış, tam bir kabus hâlini almıştı. O yüzden şimdi mümkün olduğunca çabuk kaçmalıydı buradan. Tam içindeki konuşma son bulmuşken Neşe geldi. Şimdi ne söyleyip gitmeliydi?
-Arayan ev arkadaşımdı. Sibel, üniversiteden, hatırladın mı?
  Bu kez "Hatırlamadım" demek en kısa kaçış yolu olurdu belki ama ya uzun uzun anlatmaya kalkarsa? Arkadaşlarının güzelliklerini anlatacak birine benzemiyordu, belli ki kıskançtı ama konuşmayı seven, canayakın biriydi, sırf daha fazla konuşmak için Sibel'i uzun uzun anlatabilirdi, dahası onu kötüleyip onaylanma da bekleyebilirdi. Kusursuz bir insan bu dünyaya (ya da şöyle demeli:onun dünyasına) hiç gelmemişti. Yine de tüm bu riskleri göze alıp "Hatırlamıyorum." dedi.
-Bir gün tanıştırırım o zaman . Acil eve gitmem gerekiyor, birkaç sorun olduğunu söyledi. Bana numaranı versene, haberleşiriz.
-Ben birkaç güne numaramı değiştireceğim. En iyisi sen şu peçeteye yaz, bende dursun numaran.
-Tamam o zaman.. deyip numarasını yazdı ve gülerek uzattı peçeteyi: "En kısa zamanda tekrar görüşelim, konuşamadık bugün" dedi ve gitti.
  Derin bir nefes aldı. Neyse ki kaçmak için yalanlar söylemesine gerek kalmamıştı. Sibel'e bunun için teşekkür edebilirdi. Belki de Sibel meselesi bir yalandı, belki kız kendisinden sıkılmıştı ve kaçmak için yalan uydurmuştu. Bu hayatta her şey mümkündü.
  Elindeki peçeteye baktı, buruşturup ceketinin cebine koydu, telefon kullanmak gibi bir huyu yoktu. Kalkmak ve yürümek istedi ama yorgundu. Bir kahve daha aldı, kitabın kapağını açtı, içindeki yolculuk hayli uzundu.


                                                                   Sîmâ Dergisi, Sayı 3, 08.10.2015

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumartesi Avcısı (Film Tahlili)

Bir Zulmün Başlangıcı: Filistin'e Veda (Film Tahlili)

Yilancık Ocakları (Derleme Çalışması)