Filistin’de Bir Müslüman Turist (Gezi Yazısı)

                                    

 Elimde uçak bileti, yanımda bagaja teslim edilecek bir valiz ve çevremde yavaş yavaş artan bir insan topluluğu ile Sabiha Gökçen Dış Hatlar Terminali’nde oturmuş sıramın gelmesini bekliyordum. Onca mesafeleri aşacağım, onca anı biriktireceğim bu insanlar kimdiler? Herkes aynı şeyden bahsediyordu o anda. İnsanlar bizlere “Korkmuyor musun?” demişti, “Ya başına bir şey gelirse? Ne deli adamsın/ kadınsın/ çocuksun!”.
 Onca insan onca zulme maruz kalıyorken, üstelik zulmsüz tek bir anları dahi yokken, bizler sadece kısa bir zaman için o zulm topraklarına gidecek, rahat otel odalarında kalacak, yemeklerle yarısı dolu tabaklarımızı ardımızda bırakarak kalkacak, tüm gün gezip akşam otelimize dönüp rahat yataklarımızda derin uykulara dalacaktık. Ne yapıyorduk ki ne’den korkacaktık? Filistinli Müslümanlara yapılan hiçbir zulm başka bir milletten gelen hiçbir Müslümana yapılmıyor, yapılamıyordu. O halde korkmamız gereken İsraillilerin ülkemizdeki binlerce insanı korkutmuş olması ve onlara “Korkmuyor musunuz?” diye sordurması değil miydi?
 Ülkede birçok otel var fakat Müslüman otelleri yok denecek kadar az. Üstelik devlet, otellere teşvik amaçlı yardım sağlarken Müslüman otellerinin açılmasını ve açılanların tadilat yapmasını engellemek için çok yüksek vergiler koyuyor. Biz Kudüs’teki iki üç Müslüman otelinden biri olan Hotel Commodore’da kaldık.
 Atmış kişilik renkli bir kafileyiz. Başlangıçta birbirimizi tanımadığımız bu insanlarla birer kardeş olma yolunda ilk hareketimiz, Mescid-i Aksâ’da sabah namazı kılmak için ilk heyecanımız. Otel Mescid-i Aksâ’ya yakın olduğu için beş dakikada Aksâ’ya çıkan yola ulaşıyor ve yokuşu adım adım aşmaya başlıyoruz. Kalplerimiz pır pır, heyecan denizinde yüzen bir avuç balığız sanki.
 Aksâ’yı çevreleyen surlara ulaşıyoruz, sur kapısındaki İsrailli askerleri görüyoruz ve neşemize bir gölge düşüyor. Askerlerin bakışları üzerimizde dolaşıyor, ne var bu bakışlarda? Merak, korku, güç, alışmışlık..? Her hafta yeni Türk kafileleri geliyor, o yüzden alışmış İsrailli askerler Türklerin “varlık gösterisi”ne fakat yine de buraya gelen milletlerin en azı biziz belki de.
 Pasaportumuzu dahi göstermeden, yalnızca Türk olduğumuzu söyleyerek geçiyoruz askerlerin yanından. Biraz ötemizde 2. kontrol noktası çıkıyor karşımıza, yine aynı şekilde geçiyoruz. O an haberlerdeki görüntüler geliyor aklıma. İçeri girmenin yine yasak olduğu, İsrailli askerlerin yine barikatlar kurduğu, Filistinli kadınların içeri girebilmek için çabaladığı görüntüler; onca itiş kakış… Bizlerse bir an dahi zorluk yaşamadan, kendi evimize girer gibi girdik bu kapılardan. Oysa bir zamanlar sahiden bizim evimizdi. Askerleri geçip de Harem-i şerif’e girdiğimizde önce heyecan ve sevinç dalgası sarıyor ruhumuzu, ardından Aksâ’nın boynu büküklüğünü görüp biz de istemsizce büküyoruz boynumuzu.
 “Mescid-i Aksâ neresidir?” diye soruluyor. “Mescid-i Aksâ 144 hektarlık alanın tamamına verilen addır.” diye geliyor cevap, “O alanın içindeki tüm mescidler (Kıble Mescidi, Kubbetu’s-Sahra, Burak Mescidi vd), avlular, merdivenler, revaklar Aksâ’nın bir parçasıdır ve “Mescid-i Haram’da namaz yüz bin, benim mescidimde (Mescid-i Nebevi) kılınan namaz bin, Mescid-i Aksâ’da kılınan namaz ise başka yerde kılınan beş yüz namaz gibidir.” (Taberani) hadisince Aksâ içindeki mescidlerde de, avlularda da kılınan namaz müjdelenen sevabı getirecektir.
 Aksâ içinde namaz kılınacak bir sürü mescid olmasına karşın ne yazık ki sabah namazı vaktinde İsrailliler yalnızca Kıble Mescidi’nin  açılmasına izin veriyor ve diğer tüm mescidler kilitli kapılar ardında sabah namazına gelecek cemaatini bekliyor. Bizler ise hiçbir şey yapamadan seyrediyoruz esir mescidleri.
 Üzerinde yürüdüğümüz taşlardan ayıramıyorum bir süre gözlerimi. Onca kanın aktığı, onca canın Allah’a ulaştığı; yaşam ve ölüm dolu taşlar. Kıble Mescidi’ne girmeden evvel, mescidin önündeki Hayat Ağacı’nı gösteriyor rehberimiz (Memet abi). Kudüs’te kaldığımız zaman boyunca Hayat Ağacı buluşma mekanımız oluyor ve İstanbul’da adını andığımızda dahi bize hayat veriyor.
 İçeri giriyoruz, sabah namazı cemaati ile dolu bir mescid. Herkes öz kardeş sanki. Aralarına karışıyoruz, biz de bir anda onların kardeşi oluyoruz. Bizi gören her insanın yüzünde koca bir tebessüm beliriyor, tebessümlerine ortak tebessümler doğuruyoruz. “Türkiyâ?” diyorlar, “nâm” diyoruz, “Estanbûl?” diyorlar, yine “nâm”. Arapça bir şeyler söylüyorlar, “Ene lâ âriful Arabiye” diyorum çaresiz, ortak bir dilde buluşamıyoruz. Dillerimizi müşterek kılamadıklarımızla bedenlerimizi müşterek kılıyoruz, sarılmalarımız çok daha güzel konuşuyor.
 “Allahuekber” deyip namaza duruyor onca kardeş bedeni. Onca vücut bir imamın sureleri okuyuşuyla bir anda vahdete eriyor; biz namaz kılarken caminin içindeki bir sürü serçe, ötüşleriyle huzurun sesini bütünlüyor. Tam o anda alnımızdan öpüyor secde; ruhumuz, semâya en yakın noktada, Allah’a en yakın olunan konuma yükseliyor.
 Namaz bittikten sonra Hayat Ağacı’nın gölgesinde buluşuyoruz (Rabb’im Cennet ağaçlarının gölgesinde buluşmayı da nasip eylesin.). Orada günlerce, gökyüzünün elbise değiştirmesine şahit oluyoruz. Değişen her elbise bizim de ruhumuzda bir değişiklik meydana getiriyor ve günbegün büyüyor ruhumuz. Bedenimizi bunca büyütmüşken ruhumuzu ihmal etmişliğimiz bir tokat gibi çarpıyor yüzümüze daha ilk seher vaktinde.
 İlk gün Batı Şeria’da geçiyor. Sonraki günleri ise Kudüs’te geçiriyoruz, sonra Beytlahim, Eriha, Yafa ve Tel Aviv fakat bilinmesi gereken o kadar fazla yer var ve biz o kadar fazla yeri ziyaret ettik ki yalnızca Mescid-i Aksâ’nın içini dolaşmak dahi günlerimizi aldı. Bu yüzden bu yazıda gittiğimiz her yerden bahsetmeyecek ve ayrıntılı bilgiye çok fazla yer vermeyeceğim.
 İsrailliler Kudüs topraklarında kendi nüfusunu arttırmak ve Filistinli nüfusunu önce mümkün olan en az seviyeye indirip sonra kökten yok etmek için türlü siyasetler izlemiş. Şehrin sınırlarını değiştirmek ve Batı-Doğu olmak üzere ikiye ayırmak bunlardan bazıları. Bir diğer siyaseti ise Filistinlilerin Kudüs’te çok az olduğu bir zamanda nüfus sayımı yapmış ve o sayım esnasında Kudüs’te bulunmayan Filistinlileri bir daha Kudüs’e almamıştır.
 El Halil, Batı Şeria’da, Filistinlilere bırakılan topraklardan fakat buraya gelmek için başka bir şehre değil de başka bir ülkeye gidiyormuşuzcasına kontrol noktalarından geçiyoruz. Otobüsümüz durduruluyor, İsrailli bir asker şoförün belgelerini kontrol ederken bir diğeri de otobüse çıkıp pasaportlarımıza bakıyor.
 Şehre girdikten sonra dikkatimi çeken ilk şey plakalar oldu. Kudüs’te gördüğüm araçlar hep sarı plakalıyken burada yeşil ve beyaz plakalı araçlar da görüyoruz. Öğrendim ki sarı plakalar İsrail plakası ve yeşil-beyaz plakalar ise Filistin plakasıymış. Renk ayrımına dikkat edince de yeşil plakaları yalnızca taksilerin kullandığını fark ettim. İsrail plakasına sahip olan araçlar ülkenin her yerinde rahatça dolaşabiliyorken; Kudüs’e, Kudüs’te yaşamayan hiçbir Filistinlinin girmesine izin verilmediği gibi Filistin plakalı hiçbir aracın da Filistin’den çıkmasına müsaade edilmiyor. Filistinlilere, “esir oldukları” her fırsatta ve her şekilde hatırlatılıyor.
 El Halil’in incisi, Halilurrahman Camii. Bu cami, bir mağara (Atababalar Mağarası – Machpelah Mağarası) üzerine kurulu. Hz. İbrahim, eşi Hz Sare’nin ölümü üzerine bu mağarayı satın alıyor ve Hz. Sare buraya defnediliyor. Cami 1994’e kadar tamamen Müslümanların elinde kalır fakat 94’te radikal bir Yahudi namaz kılan insanların üzerine ateş açar ve 300 Müslümanın yaralanmasına, 29’unun ise şehit olmasına sebep olur. (Mermi izleri hâlâ duruyor.) Mermileri bitince Müslümanlar Yahudinin üzerine hücum edip onu öldürürler. İsrailli yetkililer dünya kamuoyunun tepkisini çekmemek için bu saldırı ile hiçbir ilişkilerinin olmadığını ve saldıran kişinin bir deli olduğunu açıklarlar. Oysa sağ kalan Müslümanların anlattığına göre, normal zamanda camiye çok fazla Müslümanın girmesine izin verilmiyorken o gün camiye girmek isteyen herkes içeri alınmış ve içeride sürekli bekleyen İsrailli askerler ne tuhaftır ki o gün ortadan kaybolmuşlar.
 Müslümanlar İsraillilerin zulmü dursun diye bir anlaşma yapılmasını kabul ederler ve caminin 2/3’si sinagog olur. Yahudiler rahatsız olmasın diye ezan okunmaz. Sinagogun varlığı bahane edilerek cami iyice İsraillilerin kontrolü altına girmiştir. Bu yüzden camiye girmeden evvel İsrailli askerler gözetiminde iki ayrı kontrol noktasından geçmek gerekiyor. Üstelik insanlar sadece camiye girip çıkarken değil, caminin çevresindeki sokaklardan geçerlerken de askerler tarafından kontrolden geçiyorlar.
 Hz. İshak ve eşi Rifka’nın kabirleri cami tarafında, Hz. İbrahim ve eşi Sare’nin kabirleri iki bölümün ortasında ve Hz. Yakup ile eşi Lea’nın kabri sinagog tarafındadır. Hz. Yusuf’un kabri de vasiyeti üzerine Mısır’dan buraya getirtilmiş ve babasının mezarının yanına defnedilmiştir.
 Müslümanların sinagog tarafına girip de kabirleri ziyaret etmeleri elbette ki yasak. Yanı başınızda tahtadan bir duvar var: Dokunuyorsunuz, hafifçe tıklatıyorsunuz, incecik bir tahta. Biliyorsunuz ki ardında Hz. Yusuf var; biliyorsunuz fakat engelleri aşıp da bir adım dahi yanına yaklaşamıyorsunuz. Oysa elin Yahudisi kabirleri görmekle kalmıyor, küfre bulaşan elini dahi o kabirlere sürebiliyor.
 Rehberimiz Memet abi dedi ki, “Hz Yusuf hepimizden şikayetçi olacak, onun kabrini sinagogta bıraktık, orada onun ruhuna kim bilir ne eziyetler ediyorlar, hiçbir şey yapmıyoruz. Allah’a şikayet ederse her birimizi, haklı-hakkı!”.
 Sinagog tarafındaki kabirler yalnızca Kadir gecesinde Müslümanların ziyaretine açılıyor, buna karşılık Yahudilerin özel günlerinde de cami tarafı tamamen kapatılıyormuş. İbadet edeceğiz, kendi peygamberlerimizi anacağız (İsrailoğulları Hz.İshak’ın soyundan geliyor.) diyorlarmış ama internette videolar varmış: İçki içiyor, müzik açıyor, dans ediyor, ayakkabıları ile adeta tepiniyor ve zina yapıyorlarmış. Açıp da seyretmeye gönlüm el vermedi.
 Bir de şunu söylemeliyim ki, camideki kabirlerin içi boş. Asıl mezarlar, caminin altındaki mağarada fakat mezarların yeri belli olsun, üzerlerinde namaza durulmasın diye temsili kabirler yaptırılmış.
 Cumartesi, Yahudiler için kutsal Şabab günü. Bu gün ikindi vaktine kadar elektrik ile çalışan hiçbir alete dokunmamaları gerekiyor. Günlerini ibadetle geçirebilmeleri için iş yerleri tatil, bu yüzden çok fazla zorluk yaşamıyorlar fakat Kudüs dışında yaşayan Yahudilerin yaşadıkları bir zorluk var. İbadet etmek için, bizim “Burak Duvarı” dediğimiz, onların ise “Ağlama Duvarı” dedikleri duvarın dibine gelmeleri lazım ancak arabaya dokunmaları/binmeleri yasak olduğu için sabah erkenden yola çıkıyor ve saatlerce yürüyerek Kudüs’e geliyorlar. Yollarda hareket halinde olan araçlar da var; bu araçlar ya Yahudi olmayanlar tarafından kullanılıyor ya da dindar olmayan Yahudiler tarafından… Ancak bugün elektrik ile çalışan bir şeye dokunmadıkları için trafik lambaları dahi çalışmıyor. Ağlama Duvarı’nın çevresinde ise dinlerine saygı gereği (!) bizim de fotoğraf makinesi kullanmamızı ve fotoğraf çekmemizi yasaklıyorlar.
 Hz. Muhammed, isra olayından (Bir gece vakti Mescid-i Haram’dan <Mekke> Mescid-i Aksâ’ya <Kudüs> getirilmesi)  sonra, bineği olan Burak’ı bu duvara bağlamış ve miraç olayı (Oradan semâya ve Allah’ın huzuruna yükselmesi.) gerçekleşmiştir. O yüzden bu duvara Müslümanlar Burak Duvarı demektedir. Yahudiler ise bu duvarın Süleyman Tapınağı’ndan kalan tek duvar olduğuna inanırlar ve “Batı Duvarı” da dedikleri bu duvarı bir paravan ile ikiye ayırıp sağ tarafta kadınlar, sol tarafta ise erkekler ağlarlar. Kadınların başı örtülü, örtüsü olmayanlar da saçlarını kazıtıp üzerine peruk takmak zorunda; erkekler de başlarını herhangi bir şey ile örtmek zorunda: Müslüman erkekler takke, Yahudiler ise kipa takarak giriyorlar. Peki Yahudiler neden ağlıyor? Kaybettikleri topraklar, kaybolan kutsal sanduka (Bu sandukanın içinde Hz. Musa’nın eşyaları var ve sanduka kimin elinde olursa güç-başarı onunla olacaktır.) ve yıkılan Süleyman Tapınağı’nın yasını tuttukları için ağlıyorlar. Kudüs’ü tekrar aldılar fakat ağlamaya devam ediyorlar. Bu ağlayış ne zaman sona erecek? Kutsal sandukayı buldukları ve Mescid-i Aksâ’yı yıkıp yerine Süleyman Tapınağı’nı inşa ettikleri zamana dek ağlamak onlara farz kılınmıştır(, Rabb’im yüzlerini güldürmesin). Her hafta buraya gelip ağlıyor olmalarının sebebi ise bu davaya olan bağlılık ve davalarını bir an dahi unutmamak için, bu yolda varıyla yokuyla çalışacakları için Tanrıya sürekli verilen bir söz. Sözlerinin arkasında duruyor ve “arkeolojik kazılar” adı altında Mescid-i Aksâ’nın altında sayıları yüzü geçen tüneller açıyorlar. Bu şekilde Mescid-i Aksâ büyük bir deprem olduğunda temelleri boşaltıldığı için yıkılacak ve onlar “Biz öldürmedik ki, kendilerini öldürmüşler!” dedikleri gibi “Biz yıkmadık ki, kendisi yıkıldı!” diyecekler, sonra da hayalini kurdukları tapınağı inşa edebilecekler. (Allah nasip etmesin.)
Nureddin Mahmud Zengi Kudüs’ü Haçlıların elinden alıp yeniden İslam şehri yapmak istemektedir. Müslümanlar ise mezhep kavgalarına düşmüş ve dağılmıştır. Zengi Müslümanları bir araya getirmek için uğraşır ve Kudüs’ü fethettiğinde Aksâ’ya yerleştirmek üzere bir minber yaptırmaya başlar. Bu minberin yapımı beş yıl boyunca sürmüştür ve işçilikte eşi benzeri daha önce görülmemiştir. Fatımileri yenerek İslam birliğini sağlar ancak Kudüs’ü fethedemeden vefat eder. Zengi’nin bayrağı bıraktığı yerde bayrağı devralan ve Kudüs’ü fethedip Zengi’nin yaptırdığı minberi Aksâ’ya yerleştiren Selahaddin Eyyubi olmuştur. Bu yüzden Filistinliler Türklere “Salahaddin’in torunları” derler ve Kudüs’ün 2. fatihinin de Türklerden çıkacağına inanırlar.
 Mescid-i Aksâ’nın güvenlik şefi Samer Siam, nâm-ı diğer Ebu Kuteybe, Kubbetu’s-Sahra’da yaptığı sohbetinde yıllar evvel gördüğü rüyasından bahsetti.Rüyasında Kudüs’ü Yahudilerin elinden kurtaracak olan fatihin bir Türk olduğunu görmüş ve Türklerle çalışmaya da bu vesileyle başlamış. Bu rüyayı sadece kendisinin değil, birçok Filistinlinin gördüğünü ve buna gerçekten inandıklarını söylüyor.
 Ebu Kuteybe’nin yaptığı sohbetten en önemli üç kısmı burada alıntılayacağım:
 Bu sohbeti unutsanız bile şu beş cümleyi unutmayın:
1.       Hz. Adem’dem beri Mescid-i Aksâ’ya gelinmeye başlandı.
2.       Mescid-i Aksâ’nın her bir santimetrekaresinde bir peygamber, onların üzerinde de melekler safa durup namaz kılmıştır.
3.       Mescid-i Aksâ’nın her bir santimetrekaresinde sahabenin gözyaşı vardır.
4.       Mescid-i Aksâ’nın her bir santimetrekaresinde şehidin kanı vardır.
5.       SADECE BİR ANNE BAŞARACAK!

 Aksâ’yı neden seviyoruz?
1.       Vahyin indiği yer olduğu için seviyoruz.
2.       Semâya en yakın yer olduğu için seviyoruz.
3.       Tüm peygamberlerin Hz. Muhammed’in arkasında namaz kıldığı yer olduğu için seviyoruz.
4.       Son zamanlarda gerçekleşecek olan tüm hadiselerin (Kıyamet alametleri) meydana geleceği yer olduğu için seviyoruz.
5.       Kıyamet’ten önce yaşayacak olan son Müslümanların yaşayacağı yer olduğu için seviyoruz.
6.       Etrafı mübarek kılınan yer olduğu için seviyoruz.
7.       3 mübarek bereket halkasının merkezi olduğu için seviyoruz.
8.       (Bir örnek ile:) Bir anne düşünün, o annenin üç evladı var. O anne, çocuklarının üçünü de eşit bir şekilde sever fakat o çocuklardan biri, esir ise, hasta ise, okumak veya çalışmak için uzaklara gittiyse o anne tüm sevgisini o yavrusunda toplar. Bizler Mescid-i Haram’ı seviyoruz, Mescid-i Nebevî’yi de seviyoruz ama en çok Mescid-i Aksâ’yı sevmeliyiz; çünkü Aksâ şu an hasta, Aksâ şu an esir. Fetih gerçekleşip de Aksa özgür oluncaya dek en çok onu seveceğiz.

 İstanbul’un fethi üzerine konuşmaya başlıyor:
 Hüma Hatun, Hz. Muhammed’in İstanbul ile ilgili hadisini öğreniyor. ( “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur.”)
  “Allah'ım,” diyor Hüma Hatun, “ben kızım, benim yaratılışım fatih olmaya müsait değil, ama ben fatihin annesi olabilirim. Sen bana fatihin annesi olmayı nasip et.” Mehmet doğuyor ve annesi onu tam bir fatih olarak yetiştiriyor, ona hep “Sen İstanbul’un fatihisin.” diyor. Mehmet padişah olup da İstanbul’u fethetmek için savaştığında, savaşın en umutsuz anında, ondan önce de kimsenin İstanbul’u fethedemediğini, vazgeçmesini söylüyorlar. Mehmet ise tek bir şey söylüyor: “Benim annem asla yalan söylemez!”
 “Sadece bir anne başaracak. Sadece bir anne oğlunu Kudüs’ün fatihi olarak yetiştirecek ve ona ‘Sen Kudüs’ün fatihisin!’ diyecek. Hüma Hatun’un Allah’a dua ettiği gibi dua edin. Fatih annesi olmak için Allah’a yalvarın ve çocuklarınızı birer fatih gibi yetiştirin.”
 Mescid-i Aksâ’nın surları… Onca kez yıkılan ve onca kez yeniden yapılan surların, günümüze ulaşan halini Kanuni Sultan Süleyman yaptırmış. Yürürken bir elimiz hep surlarda, duvarlarda, taşlarda. Dokunduğumuz o taşlar belki taş kesen yüreklerimizi yumuşatır diye umuyoruz; yumuşatıyor da zira.
 Mezarlıklar… Burada mezarlıklar Müslüman mezarlıkları ve Yahudi mezarlıkları olarak ikiye ayrılıyor. Müslümanlara ait olan mezarlıklar, İsraillilerin ölü Müslümanlara dahi zulmedişinin en büyük kanıtları. Öyle ki mezarlıkların üzerine binalar inşa ediyorlar, bina inşa edemedikleri yerlerde mezarlıkları tahrip ediyorlar, mezarlıklara ırkçı sloganlar yazıp Arap düşmanlığı ile bilinen Bedel Ödetme grubunun amblemi ve Davut Yıldızı ile nefretlerinin imzasını atıyorlar. Küçücük kalan mezarlıklarda bu düşmanlığın başından beri ölen-öldürülen sonsuz sayıda (!) Müslümanı İslami defn kurallarına uymadan üst üste gömüyorlar.
 Yahudi mezarlıkları izle bir ayrı dünya. Yahudi inancına göre, Yahudi milletini kurtaracak olan Mesih, Kıyamet gününde Zeytin Dağı’na inecek ve oradan Kudüs'e gelecektir. Bu yüzden Zeytin Dağı ve yamaçları kutsaldır. Buralara mezarlıklar yapılmış ve mezarlar çok yüksek meblağlara satılmıştır; çünkü Yahudi inancına göre, bu topraklarda mezar sahibi olan bir Yahudi, dünyanın neresinde yaşamış ve ölmüş olursa olsun, sırf o kutsal yerde mezarı var diye cennete gidecektir.
 Küçücük Müslüman mezarlarında sayısız Müslümanın defnedilmiş olmasına karşın bu geniş Yahudi mezarlıklarındaki 150.000 mezarın içi boştur. Ne tuhaftır ki Filistinlilerin tutsaklığı mezarlıklar söz konusu olduğunda dahi ortadadır.
 Bir diğer önemli dağ ise Cebel-i Mükebbir (Tekbir Dağı). Burası Hz. Ömer'in Kudüs'ü görüp tekbir getirdiği ve Bilal-i Habeşi'nin Hz Muhammed öldüğünden beri ezan okumayan dilinin Kudüs fethedildiği için yeniden ezan okuduğu ve sıra “Eşhedü enne Muhammeden Resulullah” kısmına geldiğinde devamını getiremeyip ağlayarak toprağa kapandığı, ardından tüm sahabelerin ağlamaya başladığı yerdir.
 Kudüs'te en özge gün hangi gün derseniz, elbette “Cumâ”. Cumâ ki Müslümanların bayramıdır, Cumâ ki rahmet kapılarının açıldığıdır, Cumâ ki Mescid-i Aksâ’nın en kalabalık ânıdır. Öyle ki insanlar sığmaz mescidlere. Kubbetü’s-Sahra'nın yalnızca kadınlara, Kıble Mescidi’nin yalnızca erkeklere ayrılmasına rağmen avlular insan ile dolar, gökler melek ile.
 İstanbul'dayken “Çocukları unutmayın, onlara şeker-çikolata götürün.” demişti Burak Derneği’ndeki Suphi abi. Bu yüzden de paket paket şekerler, çikolatalar, gofretler, hatta tokalar getirmiştik. Cuma namazından sonra getirdiğim şekerleri dağıtmaya başladım, baktılar ki ben bu işten çok keyif alıyorum, kendi şekerlerini ve tokalarını da bana verdiler dağıtmam için. Kubbetü’s-Sahra'nın önüne bağdaş kurup oturdum. Bir dilenciydim artık orada fakat para almak isteyen bir dilenci değil, şeker dağıtmak isteyen bir dilenci.
 En çok da çocuklara şeker dağıtmayı sevdim, sonra kadınlara, sonra amcalara, sonra güvenlik görevlisi olan Filistinli hanımlar ile beylere ve tabii turist olan diğer Müslümanlara. Çocuklar, kâh gözleri pırıl pırıl olan kâh birden mahzunlaşan.. Bir şeker karşısında dahi bir çocuğu boynu bükük bırakanlara yazıklar olsun. Fakat burada şunu gördüm ki bu insanlar çocuklarını inanılmaz derecede terbiyeli yetiştiriyor.
 Burada şunu gördüm ki insanlar çocuklarını inanılmaz derecede terbiyeli yetiştiriyor. Bir çocuk şeker istese dahi aileden biri “Alma.” derse o şekeri hiçbir şekilde almıyor. Ablasına yalvarıyor, “Abla lütfen bir tane daha alayım.”, al diye uzatıyorum, istemiyor, ablasından izin çıkmasını bekliyor. Ablası da elindeki şekeri gösteriyor, “Sen bir kez aldın, o başkasının hakkı.”.
 İstanbul'da hangi çocuk ailesini dinler? Ablası “Alma.” dedi diye, çok istediği halde,  karşısında "Bir tane daha al." diyen ve ısrarcı bir şekilde şeker uzatan bir eli üzüle üzüle hangi çocuk geri çevirir? Burası çok başka, buradaki insanlar çok çok başka.
 Mescidlerde nöbet tutuyor Müslümanlar. Mescidler bir an dahi cemaatsiz kalmasın diye sabah namazında doldurmaya başlayıp yatsı kılınıp da mescidler yeniden esir edilene kadar bekliyorlar. Sabah hep birlikte kahvaltı yaparak güne başlıyor ve çeşitli ilim halkaları oluşturuyorlar.
 Türkiye'deki camileri düşünüyoruz elimizde olmadan. Büyük mimarisine, modern hayatın getirdiği konforuna, özgürce Allah denilebileceğine karşın camilerimizin kimsesizliği, cemaatten yoksun oluşu, üstelik bir de çoğunun yatsı namazından sonra kapatılması… Camilerimiz de bizden şikayetçi olacak.
 Çocuklar birer tane şeker alınca, yanında annesi vb kimse olmayanlarsa hiç almadığı için şekerler bitmedi. Ben de mescidlerin içine girdim ve içerideki herkese dağıttım. Çay içiyorsa çayını paylaşıyor insanlar; ekmek varsa elinde, ekmeğini; hiçbir şeyi yoksa şayet, tebessümünü paylaşıyor, sevgisini paylaşıyor, sarılmalarını paylaşıyor. Paylaşılan her şeker, sevgiyi paylaşmanın bir yolu oluyor; her biri birlik ve beraberliğin küçük sembolleri haline geliyor. Burada yapılan -yaşanılan en basit şey dahi derin anlamlara bürünüyor.
 Filistinli bir abla ile konuştuk bir parça. Ben Arapça bilmediğim için dilinin döndüğünce Türkçe konuştu. “Biz,” dedi, “Türkleri seviyoruz. Türkler de bizi seviyor. Siz bizi koruyor, bize destek oluyor. Türkler cesur!” Tüm bunları söylerken yüzünde beliren gurur, benim yüreğimde belirenden kat kat fazlaydı. Cesur muyduk biz? Oysa “Korkmuyor musun?” diye defalarca sormuşlardı, nasıl bir cesaretti bu?
 Başka bir gün güvenlik sorumlusu olan ablalardan biriyle konuştuk. Her hafta 7 yeni Türk kafilesinin geldiğini söyledi. “Türkler,” dedi, “çok vefalı.”. Bunu söylerken yüzünde kocaman bir sevinç vardı ve bizlerin varlığıyla onlar da gurur duyuyorlardı.
 Şeker dağıtırken fark ettim ki birçok milletten Müslümanlar geliyor buraya ve her birinin yüzünde aynı aşinalık, aynı kardeşlik ifadesi… Türk kafilelerden ve yabancılardan ayrı, bir de öğrenciler var burada. Bir akşam vakti, gruptan ayrılıp da abdest alınacak yerleri ararken Türke benzeyen, Türk olmasını umut ettiğim bir güzel kız gördüm. Bir umut, Türkçe, abdesthanelerin yerini sordum. Gerçekten de bir Türkmüş Şeyma. Erciyes Üniversitesi'nde okuyormuş, Al Quds University’de erasmus yapıyormuş. Görevlilerle konuşup beni abdesthanelere kadar götürüp getirdi. Aynı milletten, aynı dinden insanların birbirini tanımadan nasıl da kardeş olabildiklerinin bir kanıtı oldu Şeyma benim için. Allah ondan razı olsun.
 Son gün Yafa’da geçti, Yafa’ya “Eski şehir” de diyorlar. Tel Aviv’in içinde yer alıyor fakat bambaşka bir şehir. Burası İsrail'in İsrail olduğu, Müslüman nüfusun yok denecek kadar azaldığı bir yer. Sadece 1-2 cami ibadete açık bırakılmış. Diğer her İslami yapı kendi işlevinden ve amacından saptırılmış. Örneğin Tabii Camii, İsrailliler tarafından Ermeni bir aileye hediye edilmiş ve ev olarak kullanılıyor. İbadete açık olan her cami, yaşayan son asker misali elindeki bayrağı ayakta tutmaya çalışıyor. Bayrak düşerse savaş biter.
 Biz Yafa’dayken Osmanlı Kışlası otele dönüştürülüyordu. II Mahmut Külliyesi içindeki küçük dükkanlarda şaraplar mayalanıyordu. Eskiden Müslüman Mezarlığı olan bir alanda şimdi büyük bir restoran vardı. Müslümanlardan kalan hangi yapı varsa orayı otellere, gece kulüplerine, restoranlara, şarap dükkanlarına çeviriyorlar. Müslümanlıkta haram olan ne varsa her birini itinayla yerine getiriyorlar.
 Bir zamanlar Hasan Bey Camii’nin karşısında gece kulübü varmış. Her namaz vakti geldiğinde ve cemaat imamın arkasında safa durduğunda gece kulübü müzik sesini iyice açıyor ve cemaat imamın “Allahuekber” sesini dahi duyamaz hale geliyormuş. Bu insanlar yıllarca bu şekilde namaz kılmaya çalışmış, sonra içlerinden bir genç çıkmış ve bu iş böyle olmayacak demiş. Üzerine bomba bağlayarak gece kulübüne gitmiş ve orayı havaya uçurmuş.
 Bir insan kendisini nasıl öldürebilir, diye soruyoruz kendimize. İslam uğruna, İslam yaşasın diye fakat nasıl başarılır? Bize sordukları gibi ben soruyorum şimdi: “Korkmuyor musunuz?” Korkmuyorlar; çünkü biliyorlar ki burada müslümanca yaşamanın sonu hep ölüm oluyor. Bu genç biliyordu ki kendini öldürmeseydi de İsrailli askerler onu bir gün işkence ve ölümle karşı karşıya getirecekti. Bir savaş vardı ve bu insanlar kendi cephesinde savaşmadan ölümü beklemek yerine, ölüme kendileri koşuyor ve İslam'a ne kadar faydalı olursam bana o kadar kârdır, diyorlardı. Filistinliler ölünce dahi esir tutuluyorlar İsrailliler tarafından. Şehitlerin bedenlerini ailelerine hemen teslim etmiyorlar ve teslim ettikleri bedenlerin tüm iç organlarını el koyuyorlar. Ölü bedenlerinin dahi esir edildiği bir ülkede savaşmak… Üstelik silahı yok o insanların, topu tüfeği yok, bombası ve zırhı yok. Bir taşları var, bir bıçakları, bir de kocaman bir imanları.
 Onca zaman boyunca ölümün gölgesini gördüğümüz tek bir akşam oldu zira rehberimiz bizleri çatışmaların olduğu yerlerden uzak tuttu. Bireysel vakit geçirebileceğimiz 1-2 saatlik zaman ayırdı Memet abi. Soluğu Kubbetü’s-Sahra’da aldım; akşam namazını kıldık ve bir köşeye geçip Kur'an okumaya başladım. İki kez bomba sesi duyuldu, o seslerin bombalara ait olduğunun ayırdına varamadım o zaman. Kafiledeki Arapça öğretmenleri ile oturmuş muhabbet ederken güvenlik görevlisi olan bir abla geldi, onunla da muhabbet ettik bir parça. Öğretmenler fasih Arapça biliyorlar, halk ise Ammice konuşuyor, bu yüzden onların dahi anlaşması hayli zor oluyor. Babu’l-Amud’tan bahsetti, çok fazla anlayamayınca da internetten bakmamızı söyledi.
 Memet abi kafileyi topladı alelacele. Olaylar varmış, Aksâ'nın tüm kapıları kapatılmış. Askerlerle konuşup kapıları açtırdı. Onca kilidi teker teker açmak ve sonra tekrar teker teker kilitlemek hayli zaman alıyor. Kapıların üzerindeki sayısız kilit, İsraillilerin Filistinlilerden korktuğunun büyük bir sembolü. Biz çıkarken tam yanından Filistinli bir genç koşarak geçti, arkasından gelen İsrail askerlerinin önüne bir sürü çocuk çıktı ve İsrail askerleri karşılarındaki bir çocuk değil de bir çuvalmışçasına savuruyorlardı onları.
 Öğrendik ki kapı açıldığında yanımdan koşarak geçen genç Babu’l-Amud’ta bir İsrailliyi bıçaklamış. Akşam vakti patlayan bombalar da bu yüzdenmiş, kapıların kilitlenmesi de, mescidde bizimle konuşan kadın da bu olaylardan bahsediyormuş meğer.
 Biz heyecan duyduk tüm bu olanlar karşısında; çünkü ilk defa bir televizyonda değil, gözlerimizin önünde oluyordu her şey. “Haydi koş! Haydi kaç!” diyorduk kadınca bir duyarlıkla. Memet abi “Kaçamaz,” dedi tok bir sesle, “askerler diğer taraftaki askerlere telsizle haber verdi, önüme çıkıp yakalarlar şimdi.”. Heyecanımız yerini hayal kırıklığına bıraktı, hüzünle doldu içimiz. Yokuştan yavaş yavaş inmiş, servisimize yaklaşmıştık. Tam o sırada koşarak bir genç geldi ve tam önümde, merdivenlerden diğer tarafa atladı. Bu, biraz önceki gencin ta kendisiydi. İki arkadaşı onu bekliyordu, sarıldılar, “Helal olsun sana!” dedi arkadaşları defalarca, yüzlerinde bir zafer tebessümü. Onların sevinci, hüzün çöken yüzümüze aksetti. Memet abi yine aynı tok sesiyle “O gencin her bilgisine sahipler. Evini biliyorlar, birazdan ailesinin yanına giderler.” dedi. Bir sevincin kursakta kalması ne demek ilk kez orada tam manasıyla yaşadım. “Arkadaşlar,” dedi Memet abi, “buradaki insanlar zaten bir taş dahi atarken ya esir edileceklerini ya da öldürüleceklerini biliyorlar. Onlar her adamını ölümü göze alarak atıyorlar.”.
 Otobüsün içinde baştan aşağı sükût kesildik. Memet abi gülerek helva çıkardı. “Filistinli mücahit kardeşimizin bıçakladığı İsrailli gebermiş, buyurun bu da helvası, afiyetle yeyin.” Öyle güler yüzlü bir insan ki Memet abi ve gülümseyişi öylesine içten ki yüzünüz asık olsa dahi onun yüzüne baktığınızda tebessüm ediyorsunuz istemsizce. Hepimiz gülümsedik o an, kazanılan zafer bizim eserimizmişçesine mutluyduk. Öyle bir dindir ki İslam, zaferden elde edilen sevinç, şahit olanlara da pay ediliyordu.
Son olarak Filistin'de bir “Anahtar Anıtı” var, üzerinde “We will return!” (Geri döneceğiz!) yazıyor. Filistinliler evlerinden zorla çıkarılıp gönderildiklerinde anahtarlarını beraberlerinde götürdüler. O anahtarlar “Geri döneceğiz.” anlamına geliyordu, o anahtarlar “Evlerimizi sizden geri alacağız.” demekti.

                                                                        Geri döneceğimiz güne kadar…


                                                                  Sîmâ Dergisi, sayı 4, 16 Mayıs 2016

Yorumlar

  1. oraaya gitmek tehlikeli değil mi nasıl gittiniz

    YanıtlaSil
  2. Aslına bakarsanız sanıldığı kadar tehlikeli değil. Zaten tur rehberi sizi tehlikeli yer ve durumlardan uzak tutmaya çalışıyor. Bu yüzden diğer ülkelere seyahat etmek ne kadar tehlikeliyse Filistin için de aynı oran geçerli. Bu tehlike algısının da Müslümanlara özellikle verildiği kanısındayım. Müslümanların Filistinlilere destek vermesini engellemek istiyorlar ve bizim oraya gitmemiz onlara verebileceğimiz en büyük destek. O yüzden siz de hiç çekinmeden gidebilirsiniz.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Cumartesi Avcısı (Film Tahlili)

Bir Zulmün Başlangıcı: Filistin'e Veda (Film Tahlili)

Yilancık Ocakları (Derleme Çalışması)